Hayatın Anlamına Dair
Viktor Frankl hayatın anlamının her birey için farklı olduğuna ve bu anlamın kişisel deneyimlerle belirlendiğine vurgu yapar. Frankl’a göre, anlam arayışı insanın en temel motivasyonlarından biridir ve bu anlam, zorluklar karşısında bile bulunabilir.
Frankl, özellikle insanın acı ve ıstırapla karşılaştığında bile anlam bulabileceğini savunur. Buna göre, bir insanın yaşamında karşılaştığı zorluklar ve sıkıntılar, eğer onlara bir anlam atfedebilirse, bu kişinin hayatta kalma ve dayanma gücünü artırır. Frankl, anlamın genellikle üç ana yolla bulunabileceğini belirtir:
- İlişkiler: Başkalarıyla kurulan derin ve anlamlı ilişkiler.
- Yaratıcılık: Kişisel potansiyelin gerçekleştirilmesi ve yaratıcılığın ifade edilmesi.
- Acı ve Zorluklar: Acı ve zorluklar içinde bile bir anlam bulmak.
Sonuç olarak, Frankl, insanların yaşamlarının anlamını bulmalarının, onları hayatta tutan en güçlü unsur olduğunu öne sürer.
Var olmamak ya da hiçlik, varoluşçu psikiyatri açısından en önemli meselelerden biridir. Çünkü var olmak, yokluğun bir parçasıdır; varoluşun anlamını anlayabilmek, yok olmanın her an gerçekleşebileceğini kabul etmeyi gerektirir. İnsan, doğumunu ve bir gün öleceğini bilen tek varlık olduğundan, bu gerçek onun hayatının anlamını sorgulamasına yol açar. Ancak pek çok insan, bu kaygılardan kaçmak için kolektif bir duygu ve tutum denizine dalmayı tercih eder. Ölüm, var olmamanın en somut örneğidir; ama günümüzün konformist eğilimleriyle yok olma karşısında duramamak da sıkça karşılaşılan bir durumdur: var olmadan yaşamak.
Yaşama anlam katabilme gücü, yaşamın anlamsızlığını kabul etme yürekliliğiyle etkinlik kazanır. Ama çoğu zaman insan bu ürkütücü gerçekle yüzleşmektense, kendisine yabancılaşma pahasına geliştirdiği by-pass sistemleri içinde sıkışıp saklanmayı yeğler. Yaşamın anlamsızlığıyla yüzleşmek yerine yaşamın anlamsızlığını tartışır. En azından üst sistemlerin beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, insanın kendisini süreç olarak gerçekleştirmesinin her zaman mümkün olamayacağını tabii ki kabul etmek gerekir. Ama sanırım önemli olan, kendimizi ne zaman yaratıp ne zaman sattığımızın farkında olabilmek.
Geleneksel psikoterapi yaklaşımlarında terapist, tedaviye gelen kişinin beklentilerinin imgesel bir yansıması olarak sınırlanır. Varoluşçu psikoterapide ise, tedaviye gelen kişiyle terapist arasında gerçek bir ilişki yaşanır. Terapist, tedaviye gelen kişiyle geçirdiği saat süresince kendi sorunlarını bir yana bırakarak, onun o süre içindeki varoluşunu anlamaya ve yaşamaya çalışır. İnsanın varoluş gerçeği, daima bir şeyle ya da bir insanla olan ilişkisini içerir. Terapist de tedaviye gelen kişinin ilişki alanının önemli bir parçasını oluşturur ve ancak “dünyasına katılarak” onu anlayabilir. Tedaviye gelen kişinin de beklentisi, Frieda Fromm-Reichmann’ın vaktiyle dediği gibi, “açıklama değil, yaşantıdır.