Kaygı ve Anksiyete Nedir? Yaklaşımlar ve Türleri Nelerdir?
İnsanlar vardır, hayatlarının birçok yönü düzgün giderken bile içsel bir kaygı hissi taşırlar. İlişkilerinde son derece duyarlı olup, karşılaştıkları günlük zorluklar karşısında kendilerini yetersiz hissederler ve kolayca bunalıma girebilirler. Belirsiz kaygılar ve aşırı hassasiyet, onların sürekli gergin ve huzursuz olmalarına neden olur; bu da umutlarını çabuk kaybetmelerine yol açar.
Dikkatlerini toplamakta zorlandıkları için karar vermekte büyük güçlük çekerler. Eğer bir karara ulaşabilseler bile, yaptıkları seçimin olumsuz sonuçlarını düşünerek kaygı içinde kıvranırlar. Hayal güçleri üzüntü yaratmada sonsuzdur; bir sorun çözüldüğünde bile hemen yeni bir üzüntü kaynağı bulabilirler. Zamanla, bu durum çevrelerindeki insanların sabrını zorlar.
Gece yatakta düşündükleri kaygılar da günün stresinden bağımsız değildir; geçmişteki hatalar ve gelecekteki belirsizlikler akıllarını meşgul eder. Bu düşünceler, uykuya dalarken bile peşlerini bırakmaz ve kaygılı rüyalar görmelerine sebep olur. Ertesi sabah ise yeni bir güne yine kaygıyla başlamış olurlar. Bedenleri de bu durumdan etkilenir; boyun ve omuz bölgelerinde kas gerginliği, sık idrara çıkma, uyku düzensizlikleri, terleme, soğuk ve ıslak avuç içleri, neden olmaksızın artan kan basıncı ve nabız, kalp çarpıntıları gibi fiziksel belirtiler sıkça görülebilir.
Böylesine yaşanan kaygının korku duygusuyla ortak bazı yönleri vardır. Her iki duygu da yaklaşmakta olan bir tehlikeye karşı geliştirilmiş duygusal tepkilerdir. Her iki duyguya da bazı bedensel belirtiler eşlik edebilir. Ancak iki duygu arasında çok önemli bir fark vardır. Korku, herkes tarafından tehlikeli olarak kabul edilen bir duruma karşı yaşandığı halde, kaygı kişinin kendisinin ürettiği bir duygudur ve bu duyguya neden olarak gösterilen durum çoğu insana saçma görünür.
Kaygı ile belirlenen anksiyete, insanın dengeli durumunun bozulduğunu ya da bozulmakta olduğunu haber veren bir belirtidir. Normal anksiyete yararlı bir duygudur. Tıpkı acı duygusu gibi, o anda kullanılmakta olan uyum mekanizmalarının insanın dengesini korumak için yeterli olmadığı konusunda kişiyi uyarır. Buna karşılık nevrotik anksiyete, kişinin uyumunu daha da güçleştirecek normal dışı mekanizmaların ortaya çıkmasına sebep olur.
Anksiyete ortaya çıktığında, insanı bir şeyler yapmaya güdüler. Bunun sonucu insan, tehdit edici durumdan kaçabilir, tehlikeli dürtülerini bastırabilir ya da vicdanının sesine uyar. Anksiyete denetlenemezse kendisini çaresiz kalmış bir çocuk gibi hisseder. Bir insanın yaşamındaki anksiyetenin ilk örneği doğum travmasıdır. Doğum travması, dölyatağından kopup dış dünya gerçekleriyle karşılaşmanın yarattığı anksiyetedir. Kaygı ile başa çıkma çabasında mantığa uygun çözüm yetersiz kalırsa, ego bu kez gerçekçi olmayan yöntemlere başvurur.
Psikanalitik Yaklaşım
Freud üç tür anksiyete tanımlamıştır: Gerçeklik anksiyetesi, nevrotik anksiyete ve suçluluk anksiyetesi.
Gerçeklik anksiyetesi dış dünyadaki gerçek tehlikelerle karşılaşıldığında duyulan korku ya da kaygıdır. Nevrotik anksiyete ise içgüdülerin denetimini yitirerek ceza ile sonuçlanacak davranışlarda bulunma korkusudur. Nevrotik anksiyete, içgüdülerin kendisinden çok, onların doyum bulmasının ceza ile sonuçlanacağından korkmaktır. Nevrotik anksiyetenin gerçek bir temeli de vardır. Çünkü, ana-babanın çocuğun gözünde canlandırdığı dünya, dürtüsel davranışları cezalandırır. Suçluluk anksiyetesi, kişinin kendi vicdanından korkmasıdır. Süperegosu gelişmiş olan insan törelere ve kurallara aykırı bir davranışta bulunduğunda ya da bulunmayı tasarladığında suçluluk duyar. Suçluluk anksiyetesinin de gerçeği yansıtan bir temeli vardır. Kişi geçmişte töreleri çiğnediğinde cezalandırılmış olduğu için, şimdi aynı şeyi yaparsa yine cezalandırılabileceğinden korkar. Gerçeklik ve suçluluk anksiyeteleri egonun bilinç bölgesinde oluştuğu için kişi anksiyete içeriğinin ve nedeninin farkındadır. Egonun bilinçdışı bölgesinde oluşan nevrotik anksiyetelerde ise kişi anksiyetesinin kaynağını bilemez.
Gabbard, anksiyete türlerini gelişimsel hiyerarşiye göre aşağıdaki biçimde sıralamıştır:
– Süperego anksiyetesi
– Kastrasyon anksiyetesi
– Sevgiyi yitirme korkusu
– Obje yitirme korkusu (ayrılık anksiyetesi)
– Kovuşturulma anksiyetesi
– Dağılma korkusu
En gelişmiş düzeyde anksiyete süperegodan kaynaklanır. İçleştirilmiş ahlak ve vicdan standartlarına uygun davranılmadığında yaşanan suçluluk duygularıyla belirlenir. Çözümlenememiş oedipal çatışmalardan kaynaklanan kastrasyon anksiyetesinin ileriki yaşamdaki belirtileri, bir beden bölgesini yitirme ya da bedensel hasar görme korkusu biçiminde yaşanabilir. Bir basamak inildiğinde, kişi anksiyetesini kendisi için önemli olan insanın sevgi ve onayını yitirme kaygısı olarak yaşar. Daha da aşağıda bu durum, bağlanılan objenin yalnızca sevgisini değil, kendisini yitirme biçiminde yaşanır. Kovuşturulma anksiyetesi ve dağılma anksiyetesi, anksiyetenin en ilkel biçimleridir. Kovuşturulma anksiyetesinde kişi, dıştan kavuşturan objelerin işgaline uğrayarak kendi içinde yok edileceği kaygılarını yaşar. Dağılma anksiyetesi ise iki ayrı biçimde yaşanabilir: Bir başka objeye geçişerek kendi benlik sınırlarını yitirme, ya da çevresinden mirroring tepkileri gelmemesi ya da idealize etme ihtiyacının karşılanamaması sonucu bütünlüğünü yitirip dağılma korkuları biçiminde yaşanır.
Varoluşsal Yaklaşım
Var olmamak ya da “hiçlik (no-thingness)” varoluşçu psikiyatrinin ilgilendiği en önemli sorunlardan biridir. Çünkü var olmamak, var olmanın ayrılmaz bir parçasıdır ve var olmanın anlamını kavrayabilmek, yok olmanın her an mümkün olabileceğini kavrayabilmiş olmayı içerir. İnsan, doğmuş olduğunu ve bir gün öleceğini bilen tek canlıdır ve bu gerçek onu, anlamlı yaşayıp yaşamadığı konusunda kaygılandırır. Ancak, birçok insan bu kaygıyı yaşamamak için kolektif tepkiler ve tutumlar yığını içinde eriyip yok olmayı seçer. Ölüm, var olmamanın en somut biçimidir, ama günümüz konformizmine kapılıp yok olmaya karşı gelememe de bunun sık gözlemlenen bir başka biçimi: var olamayarak yaşamak.
Rollo May’e göre anksiyete, yaklaşmakta olan bir hiçe indirgeme tehdidinin yaşanmasıdır. O anda sahip olunan bir duygu değil, o andaki oluş biçimidir. İnsanın tümden özgür olduğunu, dolayısıyla nasıl seçerse kendisini öyle var edebileceğinin sorumluluğunu fark ettiği anda yaşadığı bir duygudur. Nitekim Kierkegaard anksiyeteyi, “özgürlüğün baş dönmesi” olarak tanımlamıştır. Bu katlanılması güç duygudan kurtulmak içindir ki insan çoğu zaman özgürlüğünden kaçınmayı yeğler. Çünkü, yeni bir varoluş potansiyelini de içeren her özürlük, beraberinde yok olma tehdidini de getirir. Bu potansiyeli gerçekleştirmekten kaçınmanın bedeli suçluluktur. Bu, suçluluk duygusu yaşamaktan farklı bir olgudur. Çünkü kişi gerçekten suçludur. Varoluşçular bunu “ontolojik suç” olarak adlandırırlar.
Varoluş vakum, çoğu zaman varoluşun zaman boyutunda yaşanan bir anksiyeteyi de içerir. Varoluşun zaman boyutu açısından “olmak”, içinde bulunulan andan bir sonraki ana hareket etmekte olmayı, yani “olmakta olmayı” tanımlar. Olmak yerine yapmaya yönelik bir yaşantıda ise geleceği güvence altına alma kaygısı, açık ya da üstü kapalı olarak yaşanır. Geleceği güvence altına alma kaygısının etkisi altındaki insan, içinde bulunduğu zamanı yaşayamadığını göremez. Aslında olayın temelinde, şimdiki zamanı yaşamayı öğrenememiş olma gerçeği yatar. İçinde bulunulan zamanın yaşanamamasının yarattığı boşluk sonucu insan, sürekli geleceği ısmarlamaya çalışarak yaşamını tüketir.